Sınırlar konusu ele alınırken insanın tüm vücudunu kaplayan, bedeni ve ruhu saran, hatta dış ortamla ilk bariyeri oluşturan deri, göz ardı edilmemelidir. Ancak sınır olabilmesi için öncelikle bir ben olmalıdır. Bu noktada derinin ruhsallıkta çok yönlü işlevleri olduğu bir gerçektir.
Ben sunumumda, önce derinin fonksiyonel ve yapısal özelliklerini, ardından bir alopesi (saç dökülmesi) olgusunu daha sonrasında ise derinin sınır işlevindeki önemi açısından, Bowlby’nin bağlanma kuramı ve Didie Anzieu’nun deri-ben kavramını ele almayı planladım.
DERİ İLE İLGİLİ ÖZELLİKLER:
Doğum öncesi dönemde, embriyon, Gastrula evresinde, kutuplarından birinin invajinasyonu yoluyla bir kese biçimini alır ve iki yaprak görüntüsü sergiler: Dış deri ve içderi. Embriyonda bu dış deri hem deriyi (duyu organları dahil) hemde beyni oluşturur. Beyin ve deri yüzey oluşumlarıdır. İç yüzey yada korteks bir dış yüzeyin yada derinin dolayımıyla dış dünyayla ilişki içindedir ve bu kabukların her biri en az iki katman içerir; daha dışarıdaki katman koruyucudur. Onun altındaki yada deliklerindeki katman ise bilgi toplamaya , alışverişleri filtreden geçirmeye yarar.
Yapısı ve işlevleriyle deri bir organdan fazla bir şeydir. Farklı organların oluşturduğu bir bütündür. Derinin anatomik, fizyolojik ve kültürel karmaşıklığı, benin ruhsal düzeydeki karmaşıklığını organizma düzeyinde somutlaştırır. Tüm duyu organları içinde en yaşamsal olanıdır. Derinin büyük bölümünün bütünlüğü söz konusu olmaksızın hayatta kalınamaz. Deri tüm duyu organlarından daha ağırdır. (yeni doğmuş bebekte tüm vucut organlarının %20’si; erişkinde %18’i) ve hepsininkinden daha geniş bir yüzeyi işgal eder. Büyük bir alıcı yoğunluğuna sahiptir (100 mmkarede 50).
Deri, hemen her zaman, diğer işaret ve kodlara eklenmelerine gerek kalmaksızın işaretleri almaya, kodları öğrenmeye hazırdır. Deri titreşimli-dokunsal yada elektro-dokunsal bir işareti reddedemez: Ne gözlerini nede ağzını kapatabilir, ne kulaklarını nede burnunu tıkayabilir. Deri söz ve yazı için söz konusu olduğu gibi aşırı miktarda boş lafla dolu da değildir. Ama deri duyu organlarından da ibaret değildir. Başka bir çok biyolojik işlevi yerine getirir: Soluk alır ve terler, salgılar ve dışarı atar, kas gerilimini sürdürür, solunumu, dolaşımı, sindirimi, boşaltımı ve tabii ki üremeyi uyarır. Metabolik işleve katılır. Vücudun iskelet etrafında tutulması ve dikeyliğinin korunması, dış saldırılara karşı koruma, uyarılmaların yada gerekli bilgilerin yakalanması ve iletilmesini sağlar.
Deri iç ortamımızın dengesini dışsal rahatsızlıklardan korur ama bu rahatsızlıkların etkilerini, biçiminde, dokusunda, renklenmesinde, yara izlerinde saklar. Koruduğu varsayılan bu içsel durumu büyük ölçüde dışa vurur; başkalarının gözünde iyi yada kötü durumdaki organik sağlığımızın bir yansısı ve ruhumuzun aynasıdır. Öte yandan derinin kendiliğinden ifade ettiği bu sözel olmayan mesajlar, kozmetikler, bronzlaşma, makyaj, banyolar, hatta estetik cerrahi yoluyla değiştirilir yada tersine çevrilir. Pek az organ bu kadar çok sayıda uzmanın ilgi ve bakımını talep eder. Kuaförler, parfümcüler, estetik uzmanları, reklamcılar, sağlıkçılar, el falcıları, deri hastalıkları uzmanları, allerji uzmanları, adli kimlik polisleri, romancılar, tabakçılar, kürkçüler ve biz ruh sağlığı uzmanları.
Deri geçirgendir ve geçirimsizdir. Yüzeyseldir ve derindir. Doğrucudur ve yanıltıcıdır. Sürekli kurumaya doğru gider ama yenileyicidir. Esnektir ama büzüşebilir. Narsisistik olduğu kadar cinsel libido yatırımlarını da çağırır. Hem huzurun hem de baştan çıkarmanın yeridir. Haz verdiği kadar acı da verir. Dış dünyadan gelen bilgileri beyne iletir: ‘elle tutulmaz’ mesajlar da buna dahildir. Öyle ki işlevlerinden biri tam da benin bilinci söz konusu olmaksızın ‘yoklamak’tır. Deri sağlamdır ve kırılgandır. Beynin hizmetindedir. Ama beyin hücreleri kendilerini yenileyemezken deri bunu yapar. Çıplaklığıyla yoksunluğumuzu ama aynı zamanda da cinsel uyarılmamızı maddeleştirir. İnceliğiyle, yaralanabilirliğini, tüm diğer türlerinkinden daha büyük olan kökensel ıstırabımızı ama aynı zamanda uyum sağlama ve evrimleşme konusundaki esnekliğimizi ifade eder. Farklı duyusallıkları birbirinden ayırır ve birleştirir. Tüm bu boyutlarda, bir ara statüye, ikisinin-arası statüsüne, bir geçissellik statüsüne sahiptir.
Evet, Derinin anatomik, fizyolojik ve kültürel karmaşıklığı, benin ruhsal düzeydeki karmaşıklığını organizma düzeyinde somutlaştırır.
Her ruhsal etkinlik biyolojik bir işleve yaslanır. Deri-ben desteğini derinin çeşitli işlevlerinde bulur. Derinin ilk işlevi: Emzirmenin, bakımların, söz banyosunun biriktirdiği iyi ve doluyu içeren ve içeride tutan kese. İkinci işlevi: Dışarısıyla sınırı işaret eden ve dışarıyı dışarıda bırakan ara yüz, varlık yada nesne, ötekilerden gelen açgözlülük ve saldırıların içeriye sızmasından koruyan engel. Nihayet, derinin üçüncü işlevi: Ağızla birlikte ve en az onun kadar, ötekilerle iletişimin, anlamlı ilişkilerin kurulduğu bir yer ve bunun birincil bir aracı; üstelik, bu ilişkilerin bıraktığı izlerin kaydedildiği bir yüzey.
Derinin algı ve duyumları, doğum öncesi dönemden itibaren başlar. Hayvan bilimcilerin (Lorenz (1949) ve Tinbergen (1951)) çalışmaları, Kuşların çoğu ve bazı memelilerde yavruların, doğumu izleyen ilk saatlerden yada günlerden itibaren, diğerlerinden ayırt ettikleri ve tümü arasından tercih ettikleri özel bir bireyle yakınlık kurmaya genetik olarak yatkın olduklarını göstermiştir. Bu genellikle annedir ama deneyler bunun başka türe ait bir anne, süngerden bir top, bir karton kutu olabildiğini gösterir. Bowlby bu durumun Freud’dan beri psikanalistlerin yeni doğmuş bebeklere yaklaşımlarında genellikle yetindikleri dar anlamda oral sorunsalla bağlantılı olmamasını çarpıcı bulur. Ve bağlılık dürtüsüne ilişkin kuramını öne sürer.
Bağlılık dürtüsü, oral dürtüden bağımsızdır ve cinsel nitelikli değildir ((Bowlby ( ‘Çocuğun Anneyle Bağlarının Doğası’ başlığını taşıyan 1958 tarihli bir makalede)), Anne–çocuk ilişkisinde beş temel değişken ayırt eder: emme, sarılma, çığlık, gülümseme ve eşlik etme. Bu saptamayı, hayvan bilimcilerin araştırmaları da desteklemiştir. Bebek maymunlar, bağlılık nesnesi olarak hemen her zaman yumuşak kumaş parçalarıyla kaplanmış anneyi tercih etmişler hatta süt verme değişkeni hesaba katıldığında bile sonuç değişmemiştir. Bir deri yada kürkün yumuşaklığıyla temasın getirdiği rahatlama en önemli etken olarak ortaya çıkmıştır. Diğer üç etkende (süt verme, temas sırasında hissedilen fiziksel ısı, annesinin taşırken yada kendine yaslayarak tutarken yaptığı hareketlerle bebeğin sallanması) rahatlama ancak ikincil biçimde saptanmıştır.
Bowlby (1961) Bu açıdan bakarak bağlılığı bir homeostazi biçimi olarak görür. Çocuk için amaç, anneyi ulaşabileceği bir mesafede tutmaktır. Süreçler, yakınlığı koruyan yada artıran (yanına gitmek, ağlamak, sarılmak) yada anneyi bunu yapmaya teşvik eden (gülümseme ve diğer sevimlilikler) süreçlerdir.
Çocuk, özellikle yaşamının ilk yıllarında çevresine bağımlıdır. Michel Fain, düşlemsel etkinliğe ve onun özellikle altbenlikten gelen dürtüsel enerjilere karşı oynadığı ‘uyarım kalkanı’ rolüne önem verir. Freud da ilk kez uyarım kalkanı kavramını 1920’de canlının kendini aşırı iç ve dış uyarımlara karşı korumasına yarayan işlev anlamında kullanmıştır.
Yaşamın ilk dönemlerinde uyarım kalkanları yeterince gelişmemiş olduğundan bu işlevi anne görür. Bilindiği gibi insanın yavrusu yaşamını sürdürmek için oldukça uzun süre çevresine bağımlıdır. Bu durum, gereksinimlerinin karşılanması kadar, uyarımlara karşı korunması için de geçerlidir. Anne çocuğun gereksinimlerini karşılarken onu dış uyaranlar olduğu kadar, iç uyaranlara karşı da korur. Bu yapılmadığında, yani aşırı uyarılmış çocuk yatıştırılamayınca, boşalma beden yoluyla olur. Bedensel semptom ortaya çıkar. Bedensel düzensizlik iki durumda ortaya çıkar.
- Aşırı uyarım olduğunda çocuk bunu yatıştıramaz ve uyarım bedene yönelir. Burada annenin rolü, henüz oluşmamış olan uyarım kalkanlarının yerine geçmektir.
- Tersi durumda da yani annesel bakımda eksiklik, yoksunluk olması durumunda bedensel belirtiler çocuğun kendi kendini uyarmasının sonucunda ortaya çıkar. Öte yandan annesel bakımdaki eksiklik ve yoksunluklar, düşünce süreçlerinin de gelişimini engeller.
Uyarım kalkanları göreceli olarak geç gelişirler. Anne kendi uyarım kalkanlarını çocuğun hizmetine sunar ve onu aşırı uyarımlardan korur. Annenin uyarım kalkanları çocuğun düşünce alanının gelişimini ve korunmasını da sağlar. Peki anne bunu nasıl yapar? Burada M. Fain’in 1971’de değindiği ‘sevgilinin sansürü’kavramı gündeme gelir.
Anne çocukla ilgilendiği bir sırada , geçici olarak da olsa, yatırımını çocuk yerine başkasına, babaya yöneltir. Özellikle çocuğun bedensel bakımı sırasında, örn onu yıkarken, annenin düşlemselliği onu eşiyle olan aşk yaşamına taşır. Çocuk annenin bütünüyle kendisiyle birlikte olmadığını, çocuğa, o anda söz konusu olan ikili gerçek ilişkiye zihinsel de olsa bir üçüncüyü katma olanağının yolunu açar. Bu durum, ödipal üçgenleşmenin oluşumunda temel bir işleve sahiptir. Eğer çocuğun otoerotizmleri yeterince gelişmiş ise, arzunun varsanısal gerçekleşmesi söz konusu olacaktır.
Anneden aktarılan mesajlar yalnızca deri üzerinden hareket etmezler. Annenin bakım verirken aktardığı mesajların niteliğinin, çocuk için ruhsal olarak yapılandırıcı veya yapılandırıcı olmayan sonuçları vardır. Bu mesajlar annenin bebeğe olan yatırımı ile diğer yatırımları arasındaki ruhsal paylaşımla ilgilidir. Bu mesajlar bir çatışmayı taşır: anne ve aşık kadın arasındaki çatışma, bebeğin varlığına rağmen süregelen penis hasedi. Bu mesajlar çocuğun yatırımsızlığa dayanma kapasitesini geliştirir ve nesnenin yokluğuna dayanabilmek için bunu zihinsel olarak tasarımlayabilmesini sağlar. Biseksüel özdeşimleri mümkün kılar. Aksi takdirde çocuğun cildinde mutlak surette bir hasar oluşmasa da ‘hiperaktif’, dokunulmaktan hoşlanmayan bir bebek haline gelebilir. Veya her durumda, pasif olmayı reddederek ve harekete başvurarak zihinsel tasarımları ortadan kaldırmayı amaçlayabilir.
ben öncelikle dokunsal deneyimden yola çıkarak oluşur.
Didie Anzieu Gelişmesinin erken evrelerinde, çocuğun beninin beden yüzeyi deneyiminden hareketle kendini kendisine ben olarak temsil etmek için kullandığı bir şekillendirmeyi deri-ben olarak adlandırır. Bu ruhsal benin işlemsel planda bedensel benden farklılaştığı, şekillendirme planında ise onunla karışmış olarak kaldığı ana denk düşer.
Ben, bu üstderisel ve proprioseptif kökenden, engelleri (ruhsal savunma mekanizmaları haline gelen) kurmayı ve alışverişleri (idle , üstbenle ve dış dünyayla) filtreden geçirmeyi içeren ikili imkanı miras alır. (Bence , Luquet’nin (1962)) Benin bütünleştirici atılımı olarak adlandırdığı şeyin ortaya çıkmasını sağlayabilecek temeli süt bebeğine veren şey, eğer erken oluşmuş ve yeterince doyurulmuşsa, bağlılık dürtüsüdür. Daha sonraki sonuç: Düşünce olanağının temelini bile deri ben atar.
Didie Anzieu Deri–ben üzerine 1974 tarihli ilk makalesinde, deri-bene üç işlev atfediyor: Kendiliği içeren ve birleştiren bir zar işlevi, ruhsallığı koruyucu bir set işlevi, alışverişlerin filtreden geçirilmesi ve ilk izlerin kaydedilmesi işlevi, yani temsili mümkün kılan işlev. Bu üç işleve üç şekillendirme denk düşer. Kese, perde, elek.
Deri-benin sahip olduğu bu uyarıcı etki, aynı zamanda bedensel yaslanmanın sonucudur, yani benin dürtülere demir atmış olmasının. Didier Anzieu’ye göre, yaslanma, ruhsallık ile beden arasındaki diyalektik bir bağın modelidir: Bedenin ruha yaslandığı kadar ruhun da bedene yaslandığı karşılıklı bağ. Deri-ben derinin işlevlerine yaslanma yoluyla ve annenin sağladığı anneyle ortak bir deri yanılsaması yoluyla oluşur. Didier Anzieu’nün özgünlüğü, duyusallığa baskın bir yer tanımak ve dokunsal duyusallığı benin ve düşüncenin örgütleyici modeli haline getirmektir.
Deri-ben, dürtünün kök saldığı bedene yaslanır. ‘İlk evrede dürtü, beden kazanır. Son evrede isim alır. İki evre arasında ise yerine yerleşir.( 1984’de Didier Anzieu konumunu bu kısa förmülle özetliyordu).
Didier Anzieu’ye göre, ruhsal zarlara iki tür dürtü tarafından yatırım yapılır: Bağlılık dürtüsü ve özyıkım dürtüsü. Nitekim Bowlby tarafından betimlenen , bağlılık dürtüsü cinsel bir dürtü değildir. Kendini koruma dürtülerinin bir biçimidir. Bolwlby’ye göre (1969) bağlılık gereksiniminin doyurulmasının kriterleri şunlardır: Emzirme sırasında karşılıklı gülümseme, duyusal iletişimler, taşımanın sağlamlığı, temasın sıcaklığı, okşayıcı jestler; Didier Anzieu bunlara ritimlerin uyumunu ekler. Bağlılık dürtüsü, nesnelerin güvenilirliğine , onlarla ilişkiye girme olanağına dayanan güvenlik gereksinimini de doyurur. Didier Anzieu, Şöyle yazar: ‘Bu noktada artık cinsel ve saldırgan dürtülerin yaslanma yoluyla üzerine kurulacağı yaşamsal kendini koruma gereksinimlerinin doyurulması düzleminde değil, zamanı geldiğinde dilsel iletişimin yaslanacağı iletişimin (sözelöncesi, dil ötesi) düzlemindeyiz. Erken alışverişlerin ayırt edici niteliği olan, analojik bir düzlemde yer alan, sözel olmayan bir iletişim.
(DERİ-BEN KAVRAMI Ağız -Meme ve deri- meme) Bebek emzirme ve bakım vesilesiyle, bu ikisiyle eşzamanlı bir üçüncü deneyim yaşar: Sıcaklığını, kokusunu ve hareketlerini hissettiği anne bebeği bedenine yapıştırır, kollarında tutar, taşır, sallar, ovalar, yıkar, okşar ve bunların tümüne genellikle bir söz ve mırıldanma banyosu eşlik eder. Burada bağlılık dürtüsünün, ayırt edici nitelikleri toplu halde saptanır. Bu etkinlikler, çocuğu dereceli olarak, bir iç yüz ve bir dış yüz içeren bir yüzeyi yani dışarı ile içeri ayrımının yapılmasını sağlayan bir arayüzü, ve içinde yüzdüğünü hissettiği çevreleyici bir hacmi ayırt etmeye götürür; çocuğa bir içeren deneyimini taşıyan bir yüzey ve bir hacim……. … Bebek için kendi ve annesinin bedeninin toplam yüzeyi, duygusal nitelikleri nedeniyle ve güveni, hazzı, düşünceyi uyardıkları için emme ve dışkılamaya (Freud)yada deliklerin işleyişinin ürünlerini temsil eden iç nesnelerin fantezi düzeyindeki varlığına (m klein) bağlı deneyimler kadar önemli deneyimlerin nesnesini oluşturur. Banyo, yıkama, ovalama, taşıma, sarılma gibi vesilelerle annenin yaptığı bakım üstderide istemsiz uyarmalara yol açar. Üstelik, anneler süt bebeğinde-ve kendilerinde- deri hazlarının varlığını iyi bilirler ve okşamalarıyla, oyunlarıyla, bu hazları istemli olarak da kışkırtırlar. Bebek annenin jestlerini önce uyarılma, sonra iletişim olarak alır. Masaj bir mesaj haline gelir. Sözün öğrenilmesi, bu türden erken sözel öncesi iletişimlerin kurulmuş olmasını özellikle gerektirir.
ARAYÜZ OLARAK DÜŞÜNÜLEN DERİ-BENİN ÖZELLİKLERİ
Annelik eden çevre, bebeği mesajlardan oluşan bir dış zarla çevrelemesi ve iç zar için, yani mesaj yaymanın yeri ve aracı olan bebek bedeninin yüzeyi için serbest bir aralık bırakarak kendini belirli bir esneklikle ayarlamalıdır: Bir ben olmak, ötekiler tarafından duyulan mesajlar yayma kapasitesini kendinde hissetmektir.
Bu zar ölçülü olduğunda, bebeğe bireyliğinin teyidini sağlayan tanıma yoluyla onu bireyleştirmeyi başarır. Bebeğin kendi tarzı, bir benzerlik zemininde ötekilerden farklı kendine özgü bir mizacı vardır. Bir ben olmak, kendini biricik hissetmektir.***
Dış yaprak ile iç yaprak arasındaki mesafe, ben daha fazla geliştiği zaman, ona kendini anlatmama, iletişim kurmama olanağını bırakır(Winnicott). Bir beni olmak, kendi üzerine katlanabilmektir. Eğer dış yaprak çocuğun derisine fazla yapışırsa çocuğun beni gelişmesi içinde tıkanır, çevredeki benlerden biri tarafından kuşatılır. Eğer dış yaprak fazla gevşekse, bende istikrar eksikliği olur. İç yaprak düz, sürekli ve kapalı bir zar oluşturma eğilimi gösterirken, dış yaprak delikli bir ağ yapısına sahiptir. Zar patolojilerinde, bu yapılar tersine dönüşür; Çevre tarafından önerilen/dayatılan durumlarda, dış yaprak, katı, dirençli, etrafına çit ören bir hale gelir (ikinci kas derisi); delikli, gözenekli olan ise iç yapraktır(kevgir deri-ben).
Arayüz, ruhsal işleyişi giderek artan biçimde açık sisteme dönüştürür. Ve bu da anne ve çocuğu giderek daha ayrı işleyişe yönlendirir. Ancak arayüz iki eşi karşılıklı bir ortak yaşam bağımlılığı içinde tutar. Sonraki aşama, bu ortak derinin silinmesini ve her birinin kendi derisine, kendi benine sahip olduğunun kabulünü gerektirir; bu da ne dirençsiz ne de acısız gerçekleşir. O zaman etkin olan fanteziler, kopartılan, çalınan, örselenmiş yada öldürücü deri fantezileridir.
Eğer bu fantezilere bağlı kaygılar aşılabilirse, çocuk ikili bir içselleştirme süreci uyarınca kendine ait bir deri-ben kazanır;
- Arayüzün, ruhsal içerikleri içeren bir ruhsal zara dönüşecek biçimde içselleştirilmesi (Bion’a göre bir ‘düşünceleri düşünme aygıtı’oluşması bunun sonucudur.)
- Annelik eden çevrenin, düşüncelerin, imgelerin, duyguların iç dünyası haline gelecek biçimde içselleştirilmesi